İlişkinizin "Nazara Gelmesi" Sizi Depresyona Sokar mı?

  • Hiterapi
  • 07 Şubat 2023
İlişkinizin "Nazara Gelmesi" Sizi Depresyona Sokar mı?

Araştırmanın Konusu

Büyüsel düşünce; genel olarak, belirli bir kültürde kabul gören nedensellik ilkelerine aykırı ve buna karşı gelen inançlar olarak açıklanabilmektedir (Bocci ve Gordon, 2007). Rasyonel olmayan düşünce biçimi bireyin akademik hayatını, insan ilişkilerini, sosyal işlevselliğini ciddi oranda etkileyebilmektedir. Bu kavram aynı zamanda bireyin yaşamdaki herhangi bir olaya sebep olabilmesi veya olayları denetleyebileceği inancıyla karakterizedir (Kunduz, 2016). Büyüsel düşüncenin, olası bir riskin fark edildiği anda harekete geçen, varlık bilimine ilişkin inanışın ilkel bir şekli olduğu ifade edilmektedir. Mevcut kavram, şizotipal kişilik bozukluğu semptomlarından biri olduğu gibi, bireyin şizofreniye yatkın olup olmadığını anlamak adına da yol gösterici niteliktedir (Çam vd., 2014).

Doğa yasalarıyla tanımlanamayan inanışlar, nereden geldiği belirsiz seslerin duyulması, insanlarla telepati yoluyla iletişime geçilmesi, astrolojiye artan ilgi, bireyler arası enerji aktarımları ve reenkarnasyonun varlığını kabul etme gibi durumlar büyüsel düşünceye ışık tutmaktadır (Çelik, 2015). Ek olarak büyüsel düşünce, zihin tasarılarının çevreden gelen bir müdahale olmaksızın bir olaya yol açabileceği ya da olayın yaşanmasını engelleyebileceği inancıyla tanımlanmaktadır (Berle ve Starcevic, 2005). Sözü edilen zihin tasarıları, zaman zaman bireyin mevcut düşüncesinden şüphelendiği, artık istemediği veya gülerek dile getirdiği içerikler olabilmektedir (Atbaşoğlu vd., 2003). Büyüsel düşüncenin kökenine ilişkin edinilen bilgilerde, erken çocukluk döneminin önemi vurgulanmaktadır (Kunduz, 2016).

Düşünce eylem kaynaşması (DEK), öncelikli olarak Bleuler tarafından ele alınmıştır. Düşüncenin salt gücünden yola çıkan Bleuler (1934), zihnine gelen fikirler nedeniyle bir başkasında türlü olumsuzluklara yol açabileceğine inanan hastaların varlığından söz etmiştir (akt. Yıldız, 2018). Bu kavram kognitif bir yanlılık olup, istenmediği hâlde yineleyici şekilde akla gelen düşüncelere, bireylerin özel bir anlam yüklemesi ile ayırt edilmektedir (Abramowitz vd., 2003). Örneğin; birisini yaralamaya meyilli birey, elinde kesici bir alet varken bu eylemi gerçekleştirdiğini hayal etmektedir ve kendisini kontrol edemeyeceğine dair yoğun endişe duymaktadır (Adalı İlter, 2019). Shafran ve arkadaşları (1996) tarafından da ele alınan bu kavramın ‘’Ahlak’’ ve ‘’Olasılık/Olabilirlik’’ olmak üzere iki alt boyuttan oluştuğu öne sürülmektedir. Zihinden geçen tasarılara fazlasıyla önem verilmesi, ekstra mana yüklenmesi durumu DEK kavramının bir başka ifade şeklidir. Düşünce ile eylem füzyonunun, bireyin sözü edilen tasarılara ilişkin sorumluluk bilincinin yükselmesiyle, ortaya çıkan pürüzlerin ve hoşnutsuzluğun bir miktar azaltılmasına yönelik etkisiz hâle getiren, kompulsif özellikte tutumlara yol açacağı öngörülmektedir (Bilekli, 2016).

Depresyon, bireyde keyifsizlik, mutsuzluk, umutsuzluk, değersizlik, kendine zarar verme düşünceleri vb. belirtiler ile karakterize, süregelen ruhsal tablo olarak tanımlanabilir (Aldabal vd., 2015). Anksiyete, kaynağı korku kadar net olmayan; çoğunlukla sağlığa, işe, sosyal alana yönelik tehdit algılanan durumlarda, bireyin hissettiği huzursuzluk hâli olarak açıklanabilir. Belli sınıra kadar yaşama uyum sağlayıcı nitelikteyken, aşırı durumlarda uyumu bozabilir (Pıçakçıefe, 2010). Stres ise homeostazisi bozan, zorlayıcı bir durum karşısında verilen ruhsal ve fiziksel bir tepki olarak tanımlanabilir (Johnstone, 1989).

Araştırmanın Amacı ve Önemi

Büyüsel düşünce ve düşünce eylem kaynaşmasının genç erişkinlerde depresif belirtiler, kaygı ve stres düzeyi ile ilişkili olup olmadığı araştırması amaçlanmaktadır.

Depresif belirtiler, kaygı sorunları ve stres hem toplumda hem de ruh sağlığı kliniklerinde sıklıkla rastlanan sorunlardır. Bu sorunların nedenselliğinin anlaşılması hâlinde klinisyenlere, belirtilerle başvuran danışanlara yaklaşım açısından, terapötik alanda fayda sağlayacağı düşünülmektedir. Büyüsel düşünce, düşünce eylem kaynaşması, depresif belirti, kaygı ve stres düzeyi arasındaki ilişkiye bir arada odaklanan araştırmaya ulusal ve uluslararası yazında rastlanmamıştır. Bu alandaki boşluğu doldurmak ve ileri dönemlerdeki araştırmalara fayda sağlamak çalışmanın ana amacıdır.

Tartışma

Bu araştırmada, 17-26 yaş aralığındaki lise ve üniversite öğrencilerinde büyüsel düşünce, düşünce eylem kaynaşması ile depresif belirti, anksiyete ve stres düzeyi arasındaki ilişkiler incelenmiştir. Cinsiyetler arası ölçek puan ortalamaları karşılaştırıldığında; DASS-21 toplam puanı, DASS-21 anksiyete puanı, DEKÖ toplam puanı, DEK-Olasılık puanı ve BDÖ toplam puanı kadın katılımcılarda, erkek katılımcılara göre anlamlı ölçüde yüksek bulunmuştur.

Stres, anksiyete ve depresyon puanları, büyüsel düşünce puanla rı ve DEKOlasılık puanları ile anlamlı ölçüde korelasyon göstermiştir. Ek olarak stres ve anksiyete puanları, DEK-Ahlak puanları ile anlamlı ölçüde korelasyon göstermiştir. Büyüsel düşünce ve DEK-Olasılık puanları; stres, anksiyete ve depresyon puanını anlamlı ölçüde yordamaktadır.
Kadın katılımcılarda anksiyete puanlarının, erkek katılımcılara oranla anlamlı ölçüde yüksek bulunduğu görülmektedir. Bu sonuç, literatür ile genel olarak uyumludur (Abdallah ve Gabr, 2014; Koç Büyükacaroğlu, 2019). Kadın ve erkek arasındaki nörobiyolojik farklılıklar bu tabloyu açıklayabilmektedir (Marques vd., 2016). Bununla birlikte, kadın ve erkeğin toplumsal rollerinin farklı olması, kadınların anksiyeteye daha yatkın olmasına yol açabilir.
Erkeklerin çocukluktan itibaren dürtüsel davranışlarının fazla olmasıyla, söz konusu bireylerin toplumsal olarak aşırı engellenmeye maruz kalmadığı bilinmekte olup, riskli davranışlarının sonucunda kaygılı yaşantıların kaygıya duyarsızlaşmayı artırabildiği düşünülmektedir (Leach vd., 2008 ).

Depresyon ve stres puanları, kadın ve erkek katılımcılar arasında anlamlı ölçüde farklılaşmamıştır. Bu durum, literatürle genel olarak uyumlu değildir (Koç Büyükacaroğlu, 2019). Literatürde depresif belirtiler ve stres düzeyinin, kadın katılımcılarda genellikle daha yüksek bulunduğu bildirilmiştir. Mevcut farklılığın nedeninin, örneklemin ve kullanılan ölçeklerin farklılığıyla ilişkili olabileceği düşünülmüştür. Lise ve üniversite öğrencileri üzerinde uygulanan bu çalışmanın, depresyon ve stres belirtileri DASS-21 ile değerlendirilmiştir.

Büyüsel düşünce puanları ve DEK-Olasılık puanları kadın katılımcılarda, erkek katılımcılara oranla daha yüksek bulunmuştur. Literatürde, büyüsel düşünce puanlarına ilişkin farklı sonuçlar bildirilmektedir. Kadın katılımcılarda büyüsel düşüncenin daha yüksek oranda görüldüğüne yönelik literatür bilgisine erişilebilmektedir (Atbaşoğlu vd., 2003; Kunduz, 2016). Bunun yanı sıra, cinsiyetin farklılık göstermediği bilgisine de ulaşılabilmektedir (Peltzer, 2003).

Yapılan çalışmanın bulgularına göre büyüsel düşüncelerin, lise ve üniversite öğrencisi olan kadın katılımcılarda daha yüksek oranda bulunduğu gözlemlenmiştir. Bu bilgiler ışığında, büyüsel düşünceye dair cinsiyet farklılıklarının daha genişkapsamlı çalışmalar aracılığıyla araştırılması, mevcut bilgilere katkı sağlayabilecektir.

Varlık ve Kabakçı (2008), Türkiye’de DEK-Ahlak boyutunun erkeklerde daha yüksek olduğunu, DEK-Olasılık boyutunun ise kadın ve erkek arasında herhangi bir farklılık göstermediğini bildirmiştir. Bu araştırmada ise, DEK-Ahlak boyutu kadın ve erkek katılımcılarda farklılık göstermemiş olup, DEK -Olasılık boyutunun kadın katılımcılarda daha yüksek bulunduğu görülmektedir. Araştırmanın klinik olmayan örneklem üzerinde gerçekleşmesine ek olarak, Varlık ve Kabakçı (2008)’ya ait çalışmanın yeme tutumu farklılaşan örneklem grubunda bir araştırmayı amaçlaması, sonucun farklılığını açıklayabilecek niteliktedir.

DASS-21 stres, anksiyete ve depresyon puanlarının, büyüsel düşünce ve DEK-Olasılık puanları ile anlamlı ölçüde korelasyon gösterdiği görülmektedir.

Büyüsel düşünce, dünyada ve insanlar arasında bilimle, rasyonaliteyle açıklanamayan özel iletişim becerileri, enerjiler ve telepatik yetiler bulunduğuna ilişkin, mantık dışı düşünce biçimini ifade etmektedir. Bununla birlikte bu düşünce biçimi hem dünyada hem de kişiler arası etkileşimlerde; gözle görülmeyebilecek, mantıkla ve gerçekle izah edilemeyecek tehlikeler ve riskler bulunduğuna dair bir inancı temsil edebilmektedir. Örneğin; sevgilisiyle ilişkisinin kötüye gittiğini belirten birey, bu durumun nedenini, üzerinde hissettiği negatif enerjiler ile açıklamaktadır. Bu ve benzeri endişeli düşünceler, büyüsel düşünce biçimine sahip bireylerde gözlemlenebildiği gibi, stres ve anksiyete düzeyi ile büyüsel düşünce arasındaki pozitif korelasyonu da açıklayabilmektedir.

DEK-Olasılık açısından incelendiğinde, batıl inançlar nedeniyle kendisinin zarar görebileceğine inanan bir birey, aklına gelen olasılığın gerçekte var olduğunu kabul ederse, kendisinin tehlike altında olduğunu hissedip, kötü sonuçlarla karşılaşacağını düşünebilir. Bu durum da bireyin kaygısında ve stres düzeyinde artışa neden olabilmektedir. Bu bilgiler, araştırmanın sonuçlarını açıklayabilir niteliktedir.

Bununla birlikte, büyüsel düşünce biçimine sahip bireyler, kendilerinin de özel yetenekleri olduğunu hissedebilmektedirler. Bu durum bireyde stres, kaygı ve depresif belirti yönünden koruyucu faktör olarak rol oynayabilir. Buna uygun olarak, Çam ve arkadaşlarının (2014) yaptığı çalışmada, büyüsel düşüncenin, stres, anksiyete ve depresif belirti puanları bakımından koruyucu etkisi bulunduğu bildirilmiştir.

Büyüsel düşünce düzeyi yüksek olan bireylerin, mesleki yönelimleri ve sosyal ilişkilerinde, kendi düşüncelerine yatkın kişiler ile bağlantı kurmaya daha meyilli olabileceği düşünülebilir. Yüksek depresif belirti, kaygı ve stres düzeyini azaltmada, arkadaşlık ilişkilerinin önemine değinildiğinde, kendileri gibi rasyonel çözüm önerileri üretmeyen mesleki ve sosyal arkadaşların, içselleştirme sorunlarında yeterli destek veremeyebilecekleri, gerçekçi yol göstermeler yapamayacakları düşünülebilir. Bu durumun, söz konusu içselleştirme sorunlarının süresinin uzamasına ve ciddiyetinin artmasına yol açtığı öne sürülebilir. Mevcut çalışmada, stres, anksiyete ve depresyon puanları ile büyüsel düşünce ve DEK puanları arasında pozitif yönde korelasyonlar bulunmuş olup; bireyin dünyada bilim ve gerçek dışında açıklanabilecek durumların var olduğuna dair inancının, tehdit algısını, stres ve kaygı düzeyini yükseltebileceğini düşündürmektedir. Söz konusu bireyin, aklına gelen düşüncelerin, kendisini günahkâr, ahlaksız, suçlu hâle getirdiğini kabul etmesi hâlinde; kendisinin değersiz, kötü ve sevilmeyecek biri olduğu inancını geliştirmesi de mümkündür. Bu durumun, bireyin depresif belirtilerini artırabildiği öne sürülebilir. Örneğin; kendisinin bir kimseye beddua etmesi ve bunun akabinde karşı tarafın zarar görmesi, bireyin yaşanılanlardan kendisini sorumlu tutabildiği sonucunu açığa çıkarmaktadır. Böylelikle bireyde suçluluk hissi ile birlikte, kendisinin kötü bir insan olduğu düşüncesi hâkim olabilir. Tüm bunların ışığında, büyüsel düşünce düzeyinin yüksekliği ile birlikte bireyde değersizlik hissinin ve depresif belirtilerin artabileceği öne sürülebilir. Depresif puanların yüksekliği dikkate alındığında, kişinin dünyada kendi iradesi dışında, mantık ile açıklanamayacak durumlar olduğuna ve kendisine zarar geleceğine yönelik tehdit algısı, umutsuzluk hissinin artışına da neden olabilmektedir.

Büyüsel düşünce düzeyi yüksek olan bireylerin, eşleri veya sevgilileriyle olan sorunlarını; büyü, nazar vb. nesnellik dışı sebeplere bağlamaları nedeniyle, bireyler arası problemleri gerçekçi bağlamda çözmekten uzak oldukları ileri sürülebilir. Toplumsal alanda izolasyon ve yalnızlık sonucu, kendilerinin değersizlik düşüncelerinin, suçluluk ve kaygı düzeylerinin yüksek olabileceği öne sürülebilir. Bu düşünce yapısına sahip bireylerin, mesleki yaşamlarında ortaya çıkabilecek başarılarının ve yükselmelerinin sebebini, kendi çalışmalarından, emeklerinden, nesnel gelişimlerinden ziyade; şansa, nazara, büyüye, enerjiye vb. rasyonel olmayan durumlara bağlama olasılıklarının yüksek olabileceği düşünülmüştür. Söz konusu bireyler, kariyer başarısızlıkları ve performans kayıplarının nedenini de kendi davranışlarına, gelişime kapalı olmalarına ve olası eksikliklerine bağlamayabildiklerinden, bu nedenleri rasyonel olmayan sebepler ile ilişkilendirebilmektedir. Bu nedenlerle, kariyerlerinde potansiyellerini gerçekleştiremeyebilirler ve bu bireylerin mesleki doyumlarının az olduğu öne sürülebilir. Başarısızlıklar sonucunda kendilerini sürekli şanssız, dini ve ahlaki alanda cezalandırılmayı hak eden veya lanetli olarak adlandırabilirler. ‘’Bu duruma sebep olduğum için tanrı tarafından cezalandırıldım.’’ şeklinde düşünebilirler. Birey, başarıya ulaşmayı kişisel gelişimde ve ilerlemede değil; gerçeklik dışı alanda aramaya devam ettikçe, kendisinin yinelenmiş şekilde başarısızlığa mahkûm olabileceği düşünülebilir. Böylelikle bireyin kendisine yakıştırdığı sıfatlar, gerçekliğini korumaya devam edecek olup, nihayetinde de içinde bulunulan durum kısır döngü yaratacaktır. Mesleki alanda başarısızlık yaşayan bireylerin; maddi zorluklar yaşayabileceği, hâl böyleyken stres düzeyinin yüksek olabileceği ve sosyal alanda kendini iyi hissettirebilecek aktivitelerin dışında kalabileceği göz önünde bulundurulduğunda, mevcut kişilerde depresif belirtilerin yüksek olabileceği düşünülebilir. Bu bilgiler ışığında, depresyon puanlarının, büyüsel düşünce puanları ile olumlu korelasyon göstermiş olması sonuçları açıklayabilir.

DEK-Olasılık puanları, stres, anksiyete ve depresyon puanları ile anlamlı ölçüde korelasyon göstermiştir. DEK-Olasılık, bireyin aklına gelen bir düşüncenin, ilerde olabilecek bir durumu kesinlikle açıklayabileceğine ilişkin bilişsel bir çarpıtmadır ve katılımcılar üzerinde, söz konusu çarpıtmayı ölçmeyi amaçlar. Akla gelen olumsuz bir düşünceye bağlı olarak, ilerde başa gelecek özel bir durumu kesinlikle açıklayabileceğine dair inancın, bireyin stres ve anksiyete düzeyini artırabileceği düşünülebilir. Bu da sonuçları açıklayabilir niteliktedir. Mevcut bilgiler, ilgili literatür ile genel olarak uyumludur (Muris vd., 2001).

Ek olarak DEK-Olasılık, bireyin aklına gelen düşünce nedeniyle, ilerde kötü bir olayın karşısına çıkabileceği inancını temsil ettiği ve kişinin bu düşünceyle başa çıkma çabasını artırabileceği için, ruminatif düşünce biçimini ortaya çıkarabilir.
Ruminasyon ile depresyon düzeyi arasındaki ilişki dikkate alındığında (Nolen-Hoeksema, 2000), yüksek ruminatif düşünce düzeyinin, DEK-Olasılık ile depresyon puanları arasındaki korelasyonu açıklayabileceği öne sürülebilir. DEK-Ahlak puanlarının, stres, anksiyete ve depresyon düzeyleri ile anlamlı ilişki göstermemesi dikkate alındığında, DEK-Ahlak puanları ve DEK-Olasılık puanlarının bu konuda farklılaştığı anlaşılmaktadır. Depresyon, anksiyete ve stres puanları ile DEK-Ahlak puanlarının korelasyon gücünün zayıf olması nedeniyle; depresyon, anksiyete ve stres puanlarına, büyüsel düşünce toplam ve DEK - Olasılık puanlarının etkisini göstermek için üç ayrı regresyon modeli oluşturulmuştur. DEK-Ahlak, bireyin aklına gelen, toplum tarafından kabul edilemeyecek düşüncelerinin varlığında, kendisinin ahlaki yönden olumsuz bir kişi olduğu inancını benimsemesidir. Bu nedenle DEK-Ahlak’ın daha çok obsesif kompulsif belirtiler ile ilişkili olduğu düşünülmektedir (Batum Panayırcı, 2012). DEK-Olasılık’ın ise, endişeler ve ruminasyon ile bağlantılı olduğu öne sürülmektedir (Şık, 2020). Endişeli ve ruminatif düşünceleri olan bireyin, stres, anksiyete ve depresif belirtilerinin yükselebileceği; ancak bundan farklı olarak, DEK-Ahlak boyutu ile ilgili bilişsel sorunlar yaşayan bireyin mevcut probleminin ise, OKB ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Tüm bunlara ek olarak, bu çalışmada OKB’nin araştırılmadığı; depresif belirti, stres ve anksiyetenin araştırıldığı söylenebilmektedir.

Elde edilen bulgular ışığında, bir birey kendisinin, yakın çevresinin; kişisel, sosyal, mesleki ve maddi yönden yaşayabileceği türlü değişikliklerin, kendi elinde olmaksızın paranormal, realitenin biraz dışında, batıl inançlara bağlı olarak değişebileceğini hissederse, bir zaman sonra hayatındaki ri sk faktörlerini, devamlı yaptığı bir hatanın sonucu olarak görmeye başlayabilir ve mevcut durumu kendi değiştirmeye gayret göstermeyip, kendisinin cezalandırıldığını düşünebilir. Bu durumların, bireyin hayatındaki tehdit olasılığının artmasına neden olduğu söylenebilir. Söz konusu bireyin, kendisinin ve/veya çevresinin başına sağlıksal, mesleki, akademik vb. felaketler gelebileceğine inanmasıyla birlikte, kaygı ve stres düzeyinin artışından söz edilebilmektedir. Büyüsel düşüncenin depresif belirtiyi artırmasının sebebi ise, cezalandırılma ve suçluluk duygusunun artışı ile ilişkilendirilebilmektedir. Bireyin yapmış olduğu bir davranış sonucunda, batıl inanç ile açıklanabilen, olumsuz birtakım durumlar yaşayacağını düşünmesi, değersizlik ve suçluluk duygularını artırabilir ve bu durum depresif belirtileri açıklayabilir. Bununla birlikte, bireyin akla ara sıra gelen düşüncesinin, eyleminin gerçekleşeceği olasılığını artıracağı inancı; depresyon, kaygı ve stres düzeylerinde artışa yol açabilir. Bu durum, düşünce eylem kaynaşmasının aracı rol oynadığını tanımlayabilen niteliktedir. Örneğin; uçakta 13 numaralı koltuğun kendisine verildiğini öğrenen, bu sayının uğursuz olduğuna, uçuş sırasında kötü birtakım durumlar yaşayacağına inanan kişi, mevcut durum aklına geldiği zaman, onu düşündüğü için de olasılığı artırdığını kabul ediyorsa; depresif belirti, kaygı ve stres belirtileri de artış gösterecektir.

Mevcut araştırmada, büyüsel düşünce ile depresyon, kaygı ve stres ilişkisinde, düşünce eylem kaynaşmasının aracı etkisi olduğu görülmüştür. Bu bilgi ışığında büyüsel düşüncenin, içselleştirme sorunlarının düzeyi üzerinde anlamlı etkisi olsa da, düşünceleri ile olası sonuçlar arasında direkt bir ilişki olduğuna dair bilişsel bir süreci olan bireylerde, bu ilişkinin gücünün etkilendiği sonucuna varılabilir.

Kronik hastalık değişkenine göre; depresyon, anksiyete, stres puanları arasında bir fark saptanmamıştır. Depresyon puanı, anlamlılığa yaklaşmıştır; ancak anlamlı çıkmamıştır. Depresyon, anksiyete ve stresin kronik hastalığı olan bireylerde daha fazla olacağını düşünebiliriz. Mevcut sonuç, beklentilere uygun olmamakta olup, ilgili birçok literatürle de uyumlu değildir (Özdemir ve Taşcı, 2013; Yeniocak Tunç ve Yapıcı, 2019); çünkü kronik hastalığın depresyon, anksiyete ve stresi artıracağı düşünülmektedir. Bu durum birkaç şekilde açıklanabilir: Seçilen örneklem, önceki çalışmalardan farklı sosyodemografik değişkenlere sahip olabilir. Bir diğeri ise, seçilmiş olan metot ile ilişkili olabileceğidir. Kullanılan ölçeklere, kullanılan istatistiksel yöntemlere bağlı olarak sonuçlar farklılaşabilir. Elde edilen sonucun, diğer çalışmalarla uyum sağlamaması bu şekilde açıklanabilmektedir.

Anne eğitim durumu ile katılımcıların stres puanı arasında bir fark saptanmamıştır. Bireylerin annelerinin eğitim durumları ile bireylerdeki stres belirtileri arasındaki ilişkiye dair farklı sonuçlar bulunmaktadır. Düşük düzey anne eğitim durumunun, stres puanlarını artırabileceğine yönelik edinilen bilgiler kadar (Koç Büyükacaroğlu, 2019), artırmadığı çalışma da bulunmaktadır (Zeytin, 2015). Bu çalışmada elde edilen sonuç, anne eğitim durumu ile stres puanları arasındaki ilişkinin anlamlı olmadığını göstermiştir. Ek olarak baba eğitim durumu ile stres puanı arasında da bir fark saptanmamış olması, beklentilere uyumlu bir sonuç vermiştir. Kardeş sayısı değişkeni ile stres puanı arasında da beklentilere uyumlu şekilde anlamlı bir sonuç bulunmamıştır.

Bu çalışmada düşük ekonomik düzeyin, bireylerin stres puanlarını artırabildiği görülmektedir. Literatür incelendiğinde, stres puanı ile düşük ekonomik düzey arasındaki ilişkileri bildiren sonuçlar mevcuttur (Koç Büyükacaroğlu, 2019). Post-Hoc analizine bakıldığında; beklentilere uyumlu şekilde, 2000 TL’nin altında aylık geliri olan bireylerin stres puanlarının, aylık geliri yüksek olan bireylerin stres puanlarından daha yüksek düzeyde olduğu görülmüştür. Bunun nedenleri arasında; ekonomik sorunların yarattığı baskı, sosyal aktivitelere az katılım, geleceğe ilişkin beklentinin olumsuz olması yer alabilir. Düşük ekonomik düzeyin, bireylerin anksiyete puanlarını da artırdığı sonucuna ulaşılmaktadır. Bu bireylerin, eğitim, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçlarında yoğun hassasiyet yaşayabilmesi, hâl böyleyken okula devam edip etmemeleri, kendi sağlıklarını yeterince iyi koruyamamaları, ailelerinin sağlık durumları tehdit altına girdiğinde durumun olumsuz sonuçlanabileceği duygusu yaşamaları, geleceğe yönelik belirsizlikleri, iş bulma kaygıları gibi dışsal yaşam streslerinin yoğun olması nedeniyle kaygı düzeyleri, gelir durumu yüksek bireylerin kaygı düzeylerine oranla daha fazla bulunmuş olabilir. Mevcut sonuç, beklentilere ve genel olarak literatüre uyum sağlamaktadır (Özcan vd., 2013). Gelir durumu değişkeni ve depresyon puanları arasında bir ilişki bulunmamıştır. Depresif puanların, düşük gelir düzeyinde daha yüksek olabileceğini düşünebiliriz; fakat bu çalışmada farklılaşmaya rastlanmamıştır. Ekonomik gelir ile depresif puanlar arasındaki ilişki bakımından, düşük ekonomik gelirde depresif belirtilerin daha yüksek olduğunu bildiren çalışmaların yanı sıra (Freeman vd., 2016; Türkmen, 2019), depresif puanların değişim göstermediğini bildiren çalışma da mevcuttur (Kutlu, 2018). Bu durumda daha geniş kapsamlı araştırmalara ihtiyaç duyulabileceği düşünülmektedir. Düşük gelir düzeyi, bireyin sosyal etkinliklere katılımını, kendi başarısına bakışını, kendine güvenini etkileyerek, depresif puanları artırabileceği gibi; bireyin, yaşamın zorlu koşullarına hazırlanmasını sağlayıp, dayanıklılığını artırarak, depresif açıdan koruyucu etki de gösterebilir. Bu çalışmada düşük ekonomik düzeyin, depresif puanları artırmadığı görülmektedir.

Anne eğitim durumu, anksiyete puanları bakımından ilişkili bulunmuştur. Lise mezunu anneler, ilkokul ve ortaokul mezunu anne gruplarıyla karşılaştırıldığında, lise mezunu annesi olan bireylerin, daha düşük düzeyde anksiyeteye sahip olduğu görülmüştür. Annelerin eğitim düzeyi arttıkça, maddi gelirleri artabilmekte olup, çocuklarına sağladıkları bakım kaliteleri daha da yükselebilir ve onlara sundukları eğitim olanakları çoğalabilir. Bununla birlikte, lise mezunu annesi olan bireylerin, üniversite, yüksek lisans ve doktora düzeyinde annesi olan bireylere oranla daha düşük düzeyde anksiyeteye sahip olduğu saptanmıştır. Üniversite, yüksek lisans ve doktora eğitimi almış olan annelerin, bir zaman sonra eğitim alanlarında yaşadığı uzun süreli mücadele kaynaklı, çocuklarına ayırdıkları vakitlerin azalabilmesi, streslerinin ve başarılı olma kaygılarının çocuklarına yansıyabiliyor olması mevcut duruma açıklık getirebilir niteliktedir. Bunların yanı sıra, baba eğitim durumu ile anksiyete puanları arasında bir ilişki bulunmamıştır.

Kardeş sayısı değişkeni, anksiyete puanları bakımından ilişkili bulunmuştur. Tek çocuk olan bireylerin, daha fazla kardeşi olan bireylere göre, daha düşük kaygı düzeyine sahip oldukları saptanmıştır. Bu durumun, beklentilerden farklı olduğu söylenebilmektedir. Kardeş sayısı arttıkça, ailelerin, çocukların kaygılı ruhsal durumuna yaklaşım vakitleri, imkânları ve enerjileri azalabilir. Bu durumda çocukların anksiyete düzeyleri artış gösterebilir ve bu da elde edilen sonucun nedenleri arasında yer alabilir. Ek olarak kardeş sayısı değişkeni ve depresyon puanları arasında bir ilişki bulunmaması, beklentilere uygun bir sonuç sağlamıştır.

Anne eğitim durumu değişkeni ile depresyon puanları arasında bir ilişki bulunmamıştır. Bu durum beklentilere uyumlu bir sonuç vermemiştir. Yüksek eğitim düzeyinin depresyon puanlarını etkileyebileceği beklenebilir; ancak annelerin eğitim düzeyinin depresyon puanlarını etkilemediği sonucu elde edilmiştir. Bu çalışmada anne eğitim durumunun, içselleştirme sorunlarından anksiyeteyi daha çok etkileyebildiği; stres ve depresyon puanları üzerinde etkili olmadığı anlaşılmaktadır. Baba eğitim durumunun ise depresyon puanları açısından bir etkisinin bulunmadığı gözlemlenmiştir.

Annelerin ve babaların çalışma durumu ile bireylerin stres, anksiyete ve depresyon puanları arasında fark bulunmamıştır. Literatür incelendiğinde, elde edilen bulguyu destekler nitelikte bir sonuca rastlandığı gibi (Bhasin vd., 2010), fark bulunduğunu bildiren çalışmalardan da söz edilmektedir (Yang vd., 2017; Chen, 2012). Çalışma örnekleminin geç ergenlik ve genç erişkinlik dönemi olması; bu dönemin çocukluktan, ergenlikten farklı işleyiş seyri nin olmasıyla, bireylerin kendi yaşam ideallerinin varlığıyla, bireyselleşmeleriyle, meslek sahibi olma olasılıklarının artabilmesiyle, kendi değerlerine sahip çıkabilmeleriyle açıklanabilmektedir. Böylelikle söz konusu bireyler, ebeveynlerinin psikososyal durumlarından az etkileniyor olabilirler, bu da mevcut sonucun nedenleri arasında yer alabilir.

Anne baba medeni durum değişkeni ile katılımcıların stres, anksiyete ve depresyon puanları arasında anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. Bireylerin kendi romantik ilişkilerini kurma dönemlerinde olmaları, mesleki idealleri önemseyebilmeleri, ilişki durumlarıyla ve/veya arkadaş çevreleriyle daha yoğun paylaşımlarda bulunabilmeleri ve buna ek olarak ebeveynlerinden farklı bir evde yaşayabilme durumları; aynı evde yaşıyor olsalar dahi ruhsal mesafe içinde bulunmaları mevcut sonuca açıklık getirebilir niteliktedir.

Sonuç

Depresif belirti, kaygı ve stres düzeyi ile ilgili belirtiler, bireylerin içsel huzurunu, kişiler arası ilişkilerini, akademik ilgilerini ve mesleki başarılarını yoğun şekilde etkileyen, hayat kalitelerine önemli etkide bulunan ruhsal süreçlerdir. Bu nedenle yüksek depresif belirti, kaygı ve stres düzeyine ilişkin psikofarmakolojik tedaviler, psikoterapötik yaklaşımlar ruh sağlığı alanında, klinik alanda oldukça kullanılmaktadır. Depresif belirtiler, kaygı ve stres ile ilgili psikoterapötik süreçlere yardımcı olacak zeminde yer alan nedenlerin araştırılması, önem taşımaktadır.

Bu araştırmada, büyüsel düşünce, düşünce eylem kaynaşması ile depresif belirtiler, kaygı ve stres düzeyi arasında ilişkiler bulunmuştur. Büyüsel düşünce, ele alınmış olan çalışmalarda, daha çok şizotipal kişilik bozukluğu ve psikotik tablolar üzerinde durulan bir konudur. Mevcut çalışmada ise, içselleştirme sorunları ile büyüsel düşünce arasında ilişki bulunmuştur. Bu sonuç, ülkemizde yapılan araştırmalar arasında az miktarda araştırılan bir içeriğe ışık tutması nedeniyle önem taşımakta olup; klinik ve akademik alanda, klinisyenlere, akademisyenlere yarar sağlayacaktır. Bu bilgiler doğrultusunda, içselleştirme sorunları ile başvuran genç erişkinlerde büyüsel düşünceye yönelik bilişsel süreçlerin araştırılması, incelenmesi ve terapötik yaklaşımların ele alınması önemli görülmektedir.

DEK, 2000’li yıllardan sonra, ruhsal alanda üzerinde durulan bilişsel süreçlerden sayılmaktadır. Mevcut kavram, düşüncenin, eylemin gerçekleşme olasılığını artıracağı ve ahlaki yönden de düşünme ile davranışın eş değer olduğu inancına yönelik bir bilişsel hatayı yansıtmaktadır. Bu çalışmada, içselleştirme sorunları ile DEK arasında ilişki bulunmuştur. Elde edilen bu bulgu, literatür ile genel olarak uyumludur. İlgili literatürlerin incelenmesi ile, bu konuya dair, ülkemizde çok sayıda araştırma yapılmadığı gözlemlenmekte olup, mevcut çalışmanın oldukça önem arz ettiği söylenebilmektedir. Tüm bunların ışığında, içselleştirme sorunları ile başvuran genç erişkinlerde bireylerin düşüncesi, eylemin sonuçları ve ahlaki sonuçları; bireylere içgörü kazandırmak, terapötik süreçlerde bu durumun değerlendirilmesi, ilerleyen zamanlarda ele alınabilirliği olan akademik çalışmalara yön göstermesi, klinik fayda sağlaması bakımından üzerinde durulması gereken bir konu niteliğini taşımaktadır.

DEK-Olasılık alt boyutunun, büyüsel düşünce ile içselleştirme sorunları arasında aracı değişken rolü oynaması, literatür taramasına göre, bu araştırmanın ilk araştırma olduğunu göstermektedir. Sözü geçen bilgi, bundan sonraki çalışmalara ışık tutabilecektir.

Öneriler

• DEK, bireyin aklına gelen düşüncelerin, gerçek bir durumun karşılığı olduğuna yönelik bilişsel bir süreci yansıtmaktadır. Mevcut çalışmada DEK, genç erişkin yaş grubunda sürekli kaygı düzeyi ile ilişkili bulunmuştur.

• Bu bağlamda kaygı sorunu yaşayan bireylere DEK’e dair psikoeğitim ve terapötik süreçler klinik alanda önerilebilir, bu tedavilerin etkinliğine ilişkin yeni araştırmalar yapılabilir.

• Lise ve üniversitelerde psikolojik danışmanlar, uzmanlar ve psikologlar DEK ve kaygı ilişkisi konusunda bilgilendirilebilir, okullarda bu konuları temsil eden seminerler düzenlenebilir.

• Ülkemizde büyüsel düşüncenin, batıl inançların, dini, ruhani, spritüel inançların ve bilişsel süreçlerin, psikososyal alanda oldukça önem taşıdığı gözlemlenmektedir.

• Klinik alanda depresif belirtiler, kaygı ve yüksek stres düzeyi ile ilişkili başvuru yapan bireylerin, büyüsel düşünce süreçlerinin ele alınması, içselleştirme sorunlarına yönelik psikoterapötik süreçlerde klinisyene yeni bir bakış açısı kazandırabilir.

• Klinik psikoloji alanında çalışanlar, psikolojik danışmanlar konu içeriğine dair bilgilendirilebilir ve terapötik süreçlerine büyüsel düşünce ile ilgili bilişsel ve davranışçı terapi süreçlerini dahil edebilirler.

Ek olarak hem uluslararası hem de ulusal literatürde bulunan çalışma sayısının kısıtlı olduğunun görülmesi dolayısıyla, yeni araştırmalar bu konuda, mevcut bilgilere katkı sağlayabilecektir.

(Tezin tamamı için Hiterapi terapistlerinden Uzman Klinik Psikolog Merve Ceren GÜNGÖR'e ulaşabilirsiniz.)